Anne ve Çocuk Sağlığı

İnsanın kendini iyi hissetmesi önemli bir sağlık göstergesi olarak kabul edilir. Ancak sağlıklı bireyler sağlıklı kararlar verebilir. Sağlıklı anneler de sağlıklı çocuklar yetiştirir. Sağlıklı olmak için belli başlı faktörler vardır. Bu faktörlerden en önemlileri insanın içinde bulunduğu çevresel faktörlerdir. İnsanın içinde yaşadığı ortamın çatışmalı mı yoksa barış ortamında mı olduğu, beslenme ve barınma şartları, eşitlik ve adalet duygusunun hâkim olması, eğitim imkanları iyi hissetmenin temel dinamikleri olarak kabul edilebilir.

İnsan biyolojik, psikolojik, sosyal ve ruhsal bir varlıktır. Maslov ihtiyaçlar hiyerarşinde temel fizyolojik ihtiyaçları, piramidin tabanına yerleştirmiştir. Piramidin üst basamaklarına doğru barınma, güvenlik ile sosyal ve psikolojik ihtiyaçlar gelir. En üst basamaklara doğru çıktıkça insanın kendini gerçekleştirmesi ve başkalarının kendini gerçekleştirmesi için çalışmak aşaması gelmektedir. Yani piramitte yer alan bütün basamaklar insanın kendini iyi hissetmesiyle yani sağlıklı hissetmesiyle ilgilidir.

İnsanın çevresel şartlara uyum ve adaptasyon sağlama becerisi kişinin kendini iyi hissetmesiyle yakından ilişkilidir.  İnsanın doğal ortamda hayatını sürdürmek için gerekli olan temel yaşam becerilerine sahip olması son derece önemlidir. Çünkü insan eskisi kadar olmasa da hala doğal şartlardan etkilenmektedir. Doğal şartlar kadar insanı etkileyen diğer çevresel faktör de yapay çevre faktörleridir. Küreselleşen dünyada doğal çevrenin tahrip olması sonucunda kurulan yapay ve suni çevre insanların iyilik halini yakından etkileyen bir faktördür. Çünkü temiz gıdaya ulaşma zorluğu, ulaşım zorlukları, temiz hava ve temiz suya ulaşım zorlukları insanların iyilik halini yakından etkilemektedir. Sosyal medya ve internet çağının getirdiği yeni alışkanlıklar yeni yeni patolojik durumları ortaya çıkarmaktadır.

İnsan bilgisizlik, genetik faktörler, vücut yapısı ve alışkanlıklar, dikkatsizlik ve çevresel faktörler nedeniyle iyilik halini kaybederek hasta olabilir. Bu nedenle insanın iyi hissetmesi için sağlıklı yaşamın temel ilkeleri konusunda bilgi sahibi olması, genetik yatkınlıklarından kaynaklanan vücut özelliklerini fark ederek dikkatli yaşaması gerekmektedir.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ana “çocuğu olan kadın” anlamına gelir. Ana ve çocuk sağlığı dediğimizde öncelikle ana sağlığından bahsetmek gerekir. Çünkü ana çocuğu karnında taşır ve kendi sağlığı çocuğunu yakından etkiler. Ana sağlığını gösteren temel demografik göstergelere baktığımızda doğurganlık oranı, çocuk ölümü, kaba doğum hızı, genel doğurganlık hızı, çocuk/kadın oranı, ana ölüm hızı, toplam düşük hızı gibi göstergeler ana ve çocuk sağlığını gösteren temel demografik göstergeler olarak kabul edilebilir.

Kadın sağlığı denildiğinde sadece üreme sağlığı akla gelmemelidir. Çünkü kadın biyolojik, psikolojik ve ruhsal yönden bir bütündür. Bu nedenle kadın sağlığı kadını bir bütün olarak ela almakla doğru bir şekilde anlaşılabilir. Kadının bir bütün olarak iyilik haline sahip olmadığı durumlarda üreme sağlığından da bahsedilemez. Üreme sağlığı insanların sağlıklı bir cinsel yaşamlarını olması ve güvenli ve tatmin edici bir ilişkilerinin olması ile yakından ilişkilidir. Üreme sağlığı demek yalnızca fizyolojik ve mekanik bir olgu olmaktan ziyade psikolojik ve ruhsal denge hali ile yakından ilgilidir. Bu denge hali bireylerin ne zaman çocuk yapacaklarına karar vermeleri ile de yakından ilintilidir. Bu da bireylerin karar verme özgürlüğüne bağlıdır. Aile planlaması, insanların istediği zaman ve istediği kadar çocuk sahibi olması olarak ifade edilmektedir.

Anne adayının hamilelik öncesi, hamilelik dönemi ve doğum sonrasında sağlığına ve alışkanlıklarına dikkat etmesi gerekir. Çünkü annenin sağlığı çocuğun sağlığını doğrudan etkiler. Çocuğun en hızlı geliştiği dönem anne karnında geçirdiği dönemdir. Annenin hamilelik döneminde sağlıklı belenmesi çok önemlidir. Aynı şekilde zararlı maddeleri bünyesine almamak için özen göstermesi de gerekir ki bu maddeler çocuğun gelişimini yakından etkiler.

Doğum sonrası annenin ve çocuğun sağlığı yakından takip edilmelidir. Lohusa döneminde kadının kendini toparlaması için özel bir bakıma ihtiyaç duyulur. Bu dönem aynı zamanda yeni doğan çocuğun sağlık kontrollerinin yapılması ve sağlıklı beslenmesi bakımından da özel bir ihtimam gösterilmesi gereken bir dönemdir. Yeni doğan çocukların nicel ölçümlerinin yapılması, nefes kontrolü, kan değerlerinin ölçülmesi, temel reflekslerinin kontrol edilmesi ve temel vitaminlerinin verilmesi sağlığı açısından önemlidir. Hastalıkların önlenmesi için çocukların düzenli olarak izlenmesi ve aşılarının yapılması gerekir. İşitme ve görme testlerinin yapılması ve hastalık riski taşıyıp taşımadığı ana çocuk sağlığı merkezlerinde izlenir. Böylece anne çocuğunu geleceğe sağlıklı bir şekilde hazırlayabilir. Çocuklar doğumdan sonraki ilk haftada, 15. Günde, 41. Gününde, 2. Ayda, 3. Ayda, 4. Ayda, 6. Ayda, 9, ayda ve 12. Ayda kontrol edilir. 1-3 yaş arasında 6 ayda bir, 3-6 yaş arasında yılda 1 kez izlenir.

Anne ve çocuk sağlığı erken çocukluk dönemini içine alan bir gelişim dönemini kapsamaktadır. Bu dönem okul öncesi eğitim dönemine tekabül eder. Bu dönemde okul ile aile ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde kurulması anne ve çocuk sağlığını yakından ilgilendirir. Bu bakımda okul öncesi döneminde çok önemli olan aile katılımı çalışmaları çocuk gelişimini ve sağlığını etkilediği kadar anne sağlığına ve annenin iyilik haline de önemli katkılar sağlar. Sağlıklı ve iyi hisseden anne ve çocukların artması için okul öncesi eğitimin bilinçli bir şekilde yapılması gerekir. Okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması aynı zamanda kadınların ve çocukların iyilik halinin artmasına katkı sağlar. Kadının iyi olması ve iyi hissetmesi de ailenin mutluğuna doğrudan katkı sağlar. Bu arada babaların da annelerden öğrenecek çok şeyleri olduğunu da söylemek gerekir. İyi hisseden kadınlar ve iyi hisseden erkeklerden oluşan ailelerde sağlıklı çocuklar yetişir. Sağlıklı çocuklar da mutlu ailelerin çekirdeğini oluşturur.

Dr. Nadir Çomak

Okul Öncesi Eğitimi Neden Yaygınlaştırılmalıdır?

Okul öncesi eğitimi erken çocukluk eğitimi olarak da adlandırılır ve çocukların geleceğe hazırlanmasında çok önemli bir yere sahiptir. Ülkemizde sürdürülen okul öncesi eğitiminin sahadaki tatbikinde mevzuatlara göre farklı uygulama modellerine rastlanmaktadır. Bu uygulamaların en yaygın olanı MEB bünyesindeki resmî kurumlarda yürütülen okul öncesi eğitimidir. Bu uygulamalar iki şekilde yapılır. Müstakil okul öncesi eğitim kurumları ve ilköğretim okulları bünyesindeki anasınıfı uygulamalarıdır. Bu uygulamalar resmi ve özel öğretim kurumlarında da yapılabilmektedir. MEB’na bağlı özel öğretim kurumları tarafından açılan okul öncesi eğitim kurumları özel bir eğitim anlayışıyla kaliteli bir eğitim vermeye çalışmaktadır. Özel eğitim kurumlarının ayakta kalabilmesi için rekabet şartlarını dikkate alarak kaliteli bir eğitim vermesi gerekir. Bu da eğitimin maliyetini artırabilmektedir. Maliyet artışı ailelerin özel okul öncesi kurumlarına erişimini güçleştirmektedir.

Erken çocukluk eğitimine yönelik olarak hizmet veren ve farklı statüde çalışan eğitim uygulamaları da bulunmaktadır. “Kurumlar kendi çalışanlarına yönelik olarak “çocuk bakımevi,” özel sektörün işlettiği merkezler “kreş ve gündüz bakımevleri,” işyerleri merkezleri ise “kreş” açabilmektedir. 0.6.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kapsamında çıkarılan Gebe veya Emziren Kadınların Çalıştırılma Şartlarıyla Emzirme Odaları ve Çocuk Yurtlarına Dair Yönetmelik‟te işyerlerinin kreş ve gündüz bakımevi açma yükümlülüğüne dair düzenlemeler bulunmaktadır. Buna göre 100’den fazla kadın işçi çalıştıran işyerlerinde emzirme odası açılmalıdır, 150’den fazla kadın çalışanı varsa işyerinin 0- 66 aylık çocuklar için kreş açma zorunluluğu bulunmaktadır. Devlet Memurları Kanunu’nun 191. maddesinde düzenlenmiş olan Kamu Kurum ve Kuruluşlarınca Açılacak Çocuk Bakımevleri Hakkında Yönetmelik’in 2. maddesine göre kurum çalışanlarının 0-6 yaş grubuna giren en az 50 çocuğu bakımevi hizmetinden faydalanabilir. Ancak, bu hizmetin sağlanması için kurumun bağlı veya ilgili olduğu bakanın onayı alması gerekmektedir. Ayrıca, mülki idare amirinin denetiminde, il ve ilçe merkezlerindeki memurların çocuklarının ortaklaşa olarak faydalanacağı bir bakımevinin açılması olanağı da bulunmaktadır (m. 20). Kamu Kurumlarındaki kreş sayısı giderek düşüş göstermekte, kreşler kapatılmakta ya da yenileri açılmamaktadır. 2012 yılında yayınlanan Kamu Sosyal Tesislerine İlişkin Tebliğ ile kreş de dahil olmak üzere kamu tesisi açmak isteyen kurumlara bütçeden destek verilmeyeceği bildirilmiş, 2013 genel bütçesinde bu yönde düzenlemeler yapılmıştır. Son olarak Mayıs 2014‟te yayınlanan “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkındaki Kararda Değişiklik Yapılmasına Dair Bakanlar Kurul Kararı” ile bu alanda hizmet verecek olan özel sektöre teşvik sağlanacağı duyurularak hizmetlerin özelleştirilmesi süreci hızlandırıldı.

Türkiye‟de yerel yönetimler 2007‟den önce okul öncesi kurum açmaya yetkiliyken Anayasa Mahkemesi‟nin 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. maddesinde yer alan, “Belediyelerin okul öncesi eğitim kurumları açabilir” düzenlemesini, bu düzenlemenin belediyeleri kamu hizmetinin görülmesi yönünden “genel görevli” kılan içeriğini gerekçe göstererek iptal etmesi nedeniyle, ancak yasada yer alan sosyal hizmet yükümlülüklerine dayanarak bu hizmetleri verebilir hale geldi. Şu anda bazı belediyeler bu hizmeti ücretsiz olarak vermektedir.

Özel şirketler Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü‟ne bağlı Kreş ve Gündüz Bakımevleri açabilirler. Yukarıda belirtildiği gibi, “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkındaki Kararda Değişiklik Yapılmasına Dair Bakanlar Kurul Kararı” ile bu alanda hizmet verecek olan özel sektöre teşvik sağlanacağı duyurulmuştur. Kreş ve Gündüz Bakımevleri, Özel Kreş ve Gündüz Bakımevleri ve Özel Çocuk Kulüpleri Kuruluş ve İşleyiş Esasları Hakkında Yönetmeliğe göre faaliyet gösterir. 0-6 yaş arasındaki çocuklar bu hizmetlerden faydalanabilir.”[1]

Bu mevzuat ve uygulamalar dikkate alındığında ülkemizde erken çocukluk eğitimi verilmesi için birçok farklı seçeneğin olduğu görülmektedir. Kadınların iş yaşamında aktif olarak yer alması çocuk bakımı ve eğitimi konusunda sorunlara yol açmaktadır. Geniş aile yapısının çekirdek aile yapısına göre daha fazla olması çocuk bakımı ve eğitimi konusunda ebeveynlerin destek olmasını güçleştirmektedir. Aynı zamanda yurt içi göç oranlarının hızla artması geniş ailelerden ayrılarak başka illerde yaşamak zorunda kalan çekirdek ailelerin çocuk bakımı ve eğitimi konusunda profesyonel destek almasını zorunlu hale getirmektedir. Aile yapısındaki değişim ve göç olgusunun toplum üzerindeki etkisini daha net bir şekilde görmek için Türkiye Aile Yapısı istatistikleri incelenebilir.[2]

Bu bilgiler ışığında ülkemizde çocukların eğitim yaşamlarına ve hayata hazırlanması için okul öncesi eğitimi yaygınlaştırılmalıdır. Bu amaçla organize sanayi bölgeleri içerisinde kreşler ve okul öncesi eğitim kurumları açılabilir. Ayrıca yerel yönetimler erken çocukluk dönemine hizmet etme amacıyla kreş ve okul öncesi kurumu açmak için daha fazla gayret göstermelidir. Bu konuda farkındalığın oluşması için eğitimcilerin bilinçlendirme çalışması yapmasına ihtiyaç olduğu aşikardır. Çocuklarımızın iyi bir eğitim alması için fiziksel, sosyal, duygusal, bilişsel ve dil gelişimi açısından bütünsel bir gelişim göstermeleri için alanında uzman eğitimcilerden eğitim alması son derece yararlı olacaktır.

Dr. Nadir Çomak


[1] http://www.keig.org/wp-content/uploads/2016/03/hangi.pdf

[2] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Aile-2020-37251

Geleceğin Eğitimini Hayal Etmek

Dr. Nadir Çomak

Dünyanın çocuklarımız için yaşanabilir bir yer olarak kalması için eğitimin geleceğini ve geleceğin eğitimini yeniden hayal etmeliyiz. Çocuklarımızı, robotik teknolojilerin hâkim olacağı yeni dünyada robotların asla yapamayacağı becerilerle donatmalıyız. Çocuklarımızı bilginin hamalı değil yaratıcı fikirler üretebilen, girişimci, analitik düşünebilen, inisiyatif kullanabilen nitelikli insanlar olarak yetiştirmeliyiz.

UNICEF tarafından yayınlanan Responding to COVID-19 raporuna göre dünya çocukları hakkında çok sarsıcı ve üzücü bilgilere yer veriliyor. Bu rapora göre:

  • “2020 yılı sonuna kadar 142 milyon çocuğun daha parasal yoksulluğa düşeceği ve sosyal korumaya erişimden yoksun olacağı tahmin ediliyor.
  • Okulları kapalıyken her 3 okul çocuğundan en az 1’i uzaktan eğitime erişemedi ve 1,6 milyar çocuk ve genç okulların kapanmasından etkilendi.
  • Kadınların sağlık hizmetlerine erişme olasılığı veya erişimi daha az olduğu için 12 ayda 200.000 ek ölü doğum meydana gelebilir.
  • Düşük ve orta gelirli ülkelerde, sağlık hizmetlerindeki aksamaların ve artan yetersiz beslenmenin en kötü tahminlerinin bir sonucu olarak 12 aylık bir süre içinde 5 yaşın altındaki 1,2 milyon çocuk daha ölebilir.
  • En az 68 ülkede 1 yaşın altındaki yaklaşık 80 milyon çocuk hayat kurtaran aşıları kaçırabilir.
  • 2020 sonu itibariyle 59 ülkede mülteciler ve sığınmacılar, ulusal sosyal koruma önlemlerinin dışında tutuldu.
  • 5 yaşın altındaki 6,7 milyon çocuk önümüzdeki 12 ay içinde israftan mustarip olabilir; bu yüzde 14’lük bir artış, ayda 10.000’den fazla çocuk ölümüne neden olabilir- çoğunlukla Güney Asya, Sahra altı Afrika ve Afrika’da.
  • İlkokula başlama yaşının altında olan tüm çocukların tahmini yüzde 43’ünün (349 milyon) çocuk bakımına ihtiyacı var, ancak buna erişimi yok.
  • Şiddet önleme ve müdahale hizmetlerinin COVID-19 nedeniyle kesintiye uğradığı 104 ülkede 1,8 milyar çocuğun yaşadığı bir zamanda stres, hapsetme ve yoksulluk ciddi çocuk koruma riskini hızlandırıyor.
  • On yılın sonundan önce yaklaşık 10 milyon ek çocuk evliliği meydana gelebilir (UNICEF 2020).

Bu verileri dikkatle incelediğimizde çocukların temel haklarından olan yaşama, sağlık, barınma ve eğitim haklarından mahrum olduğunu görüyoruz. En doğal haklarına bile ulaşamayan çocukların durumunun düzelmesi için neler yapılabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Eğitimciler ve eğitim araştırmacıları geleceğin eğitimini ve geleceğin dünyasını hayal etmek için daha fazla zaman kaybetmeden işe koyulmalıdır.

Geçtiğimiz hafta 1. İstanbul Eğitim Zirvesini takip ettim (1. İstanbul Eğitim Zirvesi, 2021) ve bu, kayda değer farkındalıklar kazanmak isteyenler için iyi bir fırsat oldu. Dünya’nın farklı üniversitelerinden eğitimcilerin katıldığı bu toplantıda eğitimin geleceği konuşuldu. Pandemi ile birlikte geleneksel eğitim yaklaşımlarının ortadan kalktığı ve yeni eğitim yaklaşımlarının konuşulur hale geldiği vurgulandı. Pandemi döneminin eğitimi yeniden geleceğe göre modellemek için önemli bir fırsat oluşturduğu üzerinde duruldu. Bu zirvede Fernando Reimers (Ford Vakfı Uluslararası Eğitim Uygulamaları Profesörü, Harvard Üni.), Pandmemi müfredatta yapısal bir değişim getirecek mi? Sorusunu şu şekilde cevapladı: “Pandemi okulların sosyo-ekonomik bağlamını değiştirdi. Neler yapabiliriz diye düşünme zamanı. UNICEF bu konuda 3 rapor hazırladı. Son rapora göre: toplum, ancak eğitim bileşenleri değiştikçe değişebilir. Eğitime 1000 feet yükseklikten bakarken şimdi BM insan hakları üzerinden eğitimi yeniden kurguluyor.

Küresel müfredat nasıl yapılandırılmalıdır” sorusuna ise şu cevabı verdi:

  1. Sürdürülebilir kalkınma hedeflerini gerçekleştirmek ve
  2. Eşitsizlik ve fakirliği ortadan kaldırmak için çalışmak.

Reimers şu şekilde devam etti, “Birlikte yaşama kültürünü hayata geçirmeliyiz. 180 Beceride BM insan hakları beyannamesi lisede müfredata çevrildi. İklim değişimi ve eşitsizliklere odaklanmak gerekiyor. Küresel dünyada her bireyin haklarına saygı göstermek gerekiyor. Okulun dışında öğrenim nasıl yapılabilir. Fark yaratma becerileri nerelerdir. İnsan haklarının gerçeğe dönüşmesi için neler yapılabilir. İnsanların ne kadar savunmasız olduğunu bize pandemi gösterdi. Kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler yetiştirmek gerekiyor. Sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin öğrencilere aktarılması gerekiyor. Sürdürülebilirlik müfredatın şekillendirilmesinin anahtarıdır.” Zor zamandan geçen dünyamızca dirençli, dayanıklı ve esnek bireyler yetiştirmemiz gerekiyor. Bu konuda eğitim zirvesinde konuşan Bem Le Hunte (Prof. G. Director of Teaching and Learning Ünv. Of Tecnology Sydney), “17 Farklı disiplinin bir arada çalıştığı bir eğitim tarzı üzerinde çalışıyoruz. Bilgi almak yeterli değil. Sosyal girişimcilik, sosyal değerlerin anlaşılması çok önemli. Bireyselleştirilmiş eğitimi esas alınmalı. Yarışmacı ve sıralayıcı değil, işbirlikçi öğrenmeyi öncelemeliyiz.” Sözleriyle disiplinler arası çalışmalara ve çocukların bireysel farklılıklarına dikkat çekti.  B. Franklin’in “Ya birlikte var olacağız ya da ayrı ayrı asılırız” sözüne atıf yaparak, “Doğaya karşı sorumluluklarımız var ve bu sorumluluklarımızı hep birlikte yerine getirmezsek hep birlikte yok olacağımızı ve yaratıcılık becerilerinin önemini, girişimcilik ve dayanıklılık ve esneklik gibi kavramların üzerinde durmanın önemini” vurguladı.

“Eğitimin Geleceği” oturumunda Antony Seldon (Former Vice-Chancellor ünv. Of Buckhingam) “Okullar çocukların kafasına zorla bilgi sokuyor, yeni öğretim modelleri araştırılmalı. Bir öğrenci ne zaman en iyi öğrenir, gece mi, gündüz mü, hafta sonu mu? Kütüphanelerin ömrü doldu. Öğrenciler 5 tıkla bilgiye ulaşıyor. Neden kütüphaneye gelsinler ki? Yeni eğitim tasarımları geliştirilmeli.” Diyerek önemli konu başlıklarına dikkat çekti. Yeni eğitim modelleri geliştirilirken teknolojik gelişmelerden yararlanmakla birlikte çocukların bireysel farklılıklarına göre eğitim tasarımı yapmanın ve kütüphanelerin bir müze haline gelmesine dikkat çekilmesi oldukça ilginç kabul edilebilir. Bilgiye ulaşmanın çok kolaylaştığı günümüzde kütüphanelerin rolü ve yeni formları halihazırda yeniden kurgulanmalıdır.

Andreas Schleicher (Eğitim ve Beceriler Başkanlığı Direktörü, OECD), “Yalnızca akademik başarı yeterli değil. Farklı insanlarla birlikte yaşayabilmeli ve birlikte başarmayı öğrenmeliyiz. Ağaçları değil ormanı görmeliyiz.” Diyerek insanlığın birlikte yaşama kültürünün ilkelerini uygulayarak sorunlara birlikte çözümler bulmaları gerektiğini ifade etti.

Pasi Sahlberg (Eğitim Politikaları Profesörü, New South Wales Üniversitesi), “Çocukların ve gençlerin okul ve eğitim tasarımında düşüncesi alınmalıdır. İklim değişimi gibi konularda öğrencilerin kendi bulundukları sistemlerde daha çok söz sahibi olmasını isterim.” Diyerek öğrencilere alacakları eğitim ve yaşayacakları dünya hakkında daha fazla söz verilmesi gerektiğini vurgulaması önemliydi. Çünkü geleceğin dünyasında yaşayacak olan çocukların alacakları eğitimden yaşayacakları dünyaya kadar her alanda düşünceleri alınmalıdır. Aksi taktirde çocuklara ulaşmak imkânsız olacak derecede zorlaşmaktadır. Aynı konuya vurgu yapan Sir Anthony Seldon (Eski Rektör Yardımcısı, Buckingham Üniversitesi), “Gelecekte, çocuklar okulların nasıl olacağı konusunda fikir sahibi olmalıdır. Yöneticiler karar verme konusunda çekingen davranabiliyor. Eğitimin bütün bileşenlerinin söz sahibi olduğu ve etkileşimli ve eğlenceli bir okul sistemi kurmalıyız. Hep birlikte geleceği çoğunluğun kararına göre şekillendirebiliriz.” Derken okulun bütün paydaşlarının katılımının önemine dikkat çekti.

Bem Le Hunte (Eğitim Profesörü, Öğretme ve Öğrenim Direktörü, Sydney Teknoloji Üniversitesi), Pandemi sonrasında önümüzde bekleyen devasa sorunlar karşısında “İşe yarayan bir sistem bulana kadar denememiz gerekiyor. Kişiye göre özelleştirilmiş eğitim tasarlamalıyız.” Diyerek gelecek için yeni eğitim modelleri geliştirmenin önemine dikkat çekti.

Dünya Pandemi ve sonrasını böyle görüyor. Türkiye’den dünyaya baktığımızda eğitimciler ve akademik alanda araştırma yapan araştırmacılar olarak çocukların geleceği için geleceğin eğitimini ve eğitimin geleceğini yeniden hayal etmeliyiz.

Gelecekte yapay zekanın ve robotların hâkim olacağı bir dünyada bilgisayarın yapamadığı ve asla yapamayacağı becerileri belirleyerek bu becerileri çocuklara kazandırmalıyız.

Modası asla geçmeyecek olan ve makinaların asla yapmayı başaramayacağı, sevgi, saygı, merhamet, vicdan, anlayış, nezaket, iyilik, girişimcilik, yaratıcılık, şefkat gibi değerlerimizi beceriye dönüştürerek çocuklarımıza kazandırmalıyız.

Yarın çok geç olmadan harekete geçmeliyiz.

Eğitimin geleceğini ve geleceğin eğitimini yeniden hayal etmeliyiz.

Kaynakça

1. İstanbul Eğitim Zirvesi. (2021). İstanbul: Maarif Vakfı. https://www.istanbuleducationsummit.com/ adresinden alındı

UNICEF. (2020). Responding to COVID. New York: UNICEF. 28.11. 2021 tarihinde https://www.unicef.org/media/100946/file/UNICEF%20Annual%20Report%202020.pdf adresinden alındı

20.Milli Eğitim Şurasının Gündemi Ne Olmalıdır? (2)

Dr. Nadir Çomak

Asya, Avrupa, Afrika kıtaları arasında bir köprü konumundaki Anadolu coğrafyası jeopolitik ve jeostratejik bakımdan çok önemlidir. Ortadoğu petrolleri ve Anadolu’nun su kaynakları çatışmaların temel sebebidir. Akdeniz ve Karadeniz hayati bir öneme sahiptir. Akdeniz ve Karadeniz Mavi Vatan olarak okullarda çocuklarımıza belletilmelidir. Mavi Vatandaki enerji kaynaklarının önemi çocuklarımızın zihnine nakşedilmelidir. Adalar denizinin gerçek adı kullanılarak Ege denizi yerine Osmanlı Devleti zamanında olduğu gibi Adalar Denizi adı kullanılmalı bölge adı haritalarda ve ders kitaplarında değiştirilmelidir. Okullarda coğrafi şuur vermek için 20. Milli Eğitim Şurasında “Coğrafi Şuur” konusu ayrı bir komisyon olarak tartışılmalı, coğrafyacılardan ve tarihçilerden oluşan bir komisyon teşkil edilmelidir.

Çocuklarımıza ve Gençlerimize Milli Coğrafya Şuuru Kazandırmak

Cumhuriyet Tarihinde şimdiye kadar yapılan 19 Milli Eğitim Şurasını incelediğimizde hiçbir şurada coğrafyanın önemi konusunun müstakil olarak ele alınmadığı görülmektedir. Bu durum Türkiye gibi dünyanın en stratejik konumunda bulunan bir ülke için asla kabul edilmeyecek bir ihmalin göstergesidir. Coğrafi şuur olmadan tarih ve dil şuurunu kazandırmak çok zordur. Coğrafya, dil ve tarih şuuru olmadan da milli bir kimlik inşa etmek neredeyse imkansızdır. Bu amaca matuf olarak bu yazımda coğrafyanın önemine değineceğim.

Coğrafya yeryüzü şekillerini inceleyen bir bilim dalıdır. Yeryüzü şekilleri iç kuvvetler ve dış kuvvetler tarafından biçimlendirilir. Volkanizma ve tektonizma iç kuvvetleri oluşturur. İç kuvvetler sürekli olarak yeni yer yüzü şekillerini meydana getiren yapıcı kuvvetler olarak adlandırılır. Ortaya çıkan bu yeni yüzey şekillerini değiştiren ve bir heykeltıraş sürekli olarak biçimlendiren kuvvetlere ise dış kuvvetler adı verilir. Dış kuvvetler güneşten gelen enerjiyle oluşan rüzgarlar, akarsular, dalgalar, buzullardan oluşur. Güneşten gelen enerjinin artıp azalmasına göre şiddeti değişen fiziksel ve kimyasal etkilerin neden olduğu parçalanma ve parçalanan malzemelerin taşınması süreçleri dış kuvvetler tarafından yönetilir. Yani kısaca yerin iç kesimlerinden açığa çıkan yeni volkanik malzemeler dış kuvvetler tarafından milyonlarca yıl boyunca parçalanır, aşındırılır ve taşınır. Böylece yeni yeryüzü şekilleri oluşturulur.

Coğrafya bilimi yeryüzü şekillerini farklı metotlarla inceler. Bu bakımdan coğrafya bilimi temel olarak fiziki ve beşerî coğrafya olmak üzere iki ana dal şeklinde incelenebilir. Fiziki coğrafya kendi içinde Jeoloji, Toprak Coğrafyası, Karst Coğrafyası, Klimatoloji, Bitki Coğrafyası, Sular Coğrafyası, Afetler Coğrafyası, Oseonografya gibi farklı bölümlere ayrılır. Beşerî Coğrafya da kendi içinde, Nüfus Coğrafyası, Yerleşme Coğrafyası, Turizm Coğrafyası, Jeopolitik ve Jeostrateji, Bölgesel Coğrafya, Sanayi Coğrafyası, Yeraltı Kaynakları, Enerji Kaynakları, Sağlık Coğrafyası gibi farklı alt çalışma alanlarından oluşmaktadır.

Yaşadığımız coğrafya üzerindeki hikayemiz tarih bilimi tarafında yazılır. Coğrafya beden olarak kabul edilirse dil ve tarih o bedeni canlandıran bir ruh gibidir. Jeopolitik yönden çok önemli bir konumda bulundan Anadolu coğrafyasını elde tutabilmek kolay bir iş değildir. Çünkü su ve enerji kaynaklarına yakın olan bu coğrafyada kıtaları bağlayan ulaşım hatları, deniz, kara ve hava yolu bağlantı noktaları Anadolu üzerinden geçmektedir. Bu gerçekleri çocuklarımıza okullarda ne kadar öğrettiğimiz ise büyük bir soru işaretinden ibarettir.

İngiltere’de okul öncesi eğitiminden itibaren çocuklara coğrafi konum ve mekân algısı kazandırmak son derece öncelikli bir konu olarak kabul edilmektedir. Okul öncesi dönem çocukları için ayrı bir coğrafya öğretim müfredatı bulunmaktadır. Fakat ülkemizde okul öncesi müfredatından coğrafya kelimesi bir kez olsun anılmamaktadır.

20. Millî Eğitim Şûrası “Eğitimde Fırsat Eşitliği” ana gündemi ile 2021 Aralık ayının başında toplanacaktır. Türkiye’nin yaşadığı coğrafyada şu anda karşılaştığı enerji krizleri, göç sorunu, güvenlik ve terör tehditleri, denizlerdeki enerji krizleri, kıta sahanlığı dalaşmaları coğrafyanın önemini gözler önüne sermektedir. Bu nedenle yapılacak olan şurada coğrafi şuur konusu ayrı bir komisyon tarafından mutlaka ele alınmalıdır.

Nobel Ödülü Almak İçin Değil İnsanlık İçin Çalışın

Dr. Nadir Çomak

Nobel Ödülü Almak İçin Değil İnsanlık İçin Çalışın

Bugün TEKNOFEST 2021 kapsamında genç mucitlerin harika projeler yapmalarının temelinde geçmişte yapılan Bu Benim Eserim Proje Geliştirmeyi Teşvik Yarışmaları gibi çalışmaların önemli katkısı olmuştur. Nobel ödülü kazanmış Türk bilim insanı Aziz Sancar TEKNOFEST 2021’de minik mucitlere yaptığı konuşmada “Nobel ödülü için değil insanlığa hizmet etmek için çalışın” derken ülkemizde bilimin gelişmesine çok önemli bir katkı yapabilecek bir motivasyon unsuruna dikkati çekmiştir. Aslında önemli olan ödül almak için çalışmak değil yapılan bilimsel bir çalışmayı ödül olarak görüp o çalışmanın içinde kaybolmaktır. İşte Sancar bu önemli noktaya dikkat çekmiştir.

Bu sözü her insan söyleyebilir fakat onu Nobel ödülü kazanmış bir Türk bilim insanından duymak daha da anlam kazanıyor. Bu ifade tam da Nobel ödülünün verilme amacını ifade ediyor. “Nobel ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm’de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır.[1]” Bugüne kadar Nobel ödülü kazanan birçok bilim insanı farklı gerekçelerle de olsa bu ödülü almayı reddetmiştir. “Dört Nobel ödülü sahibine, Nobel ödülünü alması amacıyla kendi hükumetleri tarafından izin verilmedi. Almanya Adolf Hitler hükumeti, Richard Kuhn (kimya, 1938), Adolf Butenandt (kimya, 1939) ve Gerhard Domagk (Fizyololji veya Tıp, 1939)’ın ödüllerini almasına izin vermedi. Sovyetler Birliği’nin baskısı doğrultusunda Boris Pasternak (edebiyat, 1958) ödülü reddetti. Ayrıca Nobel ödülü almaya hak kazanan Jean-Paul Sartre (edebiyat, 1964) ve Lê Ğức Thọ (Barış, 1973) ödüllerini almayı reddettiler. Bunlardan Sartre hayatı boyunca tüm resmi ödülleri reddetmiştir. Lê Ğức Thọ ise o yıllarda Vietnam’ın içinde bulunduğu durum nedeniyle ödülü almamıştır.[2]

Aziz Sancar 2021 Teknofest yarışmasında yaptığı konuşmada gençlere şu tavsiyede bulundu; “Nobel ödülünü kazanmak için değil insanlık için çalışın.” Bu sözde şöyle bir anlam gizli, yaptığınız bilimsel çalışmayı bir ödül kazanmak için yapmamak gerekir. Yapılan çalışma insanlık için gerçekten değerli ise zaten ödüllendirilir. Bu ödül bir Nobel ödülü de olabilir bir devlet nişanı da olabilir. Fakat hepsinden önemlisi insanlık tarihinde müstesna bir yer almaktır. Nitekim bilim tarihini incelediğimizde birçok bilim insanının hiçbir ödül kazanmadan bu dünyadan göçüp gittiğini görmemiz gerçek ödülün yapılan çalışmanın verdiği doyumsuz lezzetin içinde olduğunu göstermektedir.

Öldükten sonra yaptığı icatlarla ün kazanan fakat hayatında büyük sıkıntılar çeken bilim insanlarının sayısı az değildir. 965-1038/40 yılları arasında yaşayan Müslüman bilim insanı İbn-i Heysem batılılar tarafından Alhazen ismiyle bilinmektedir. Yazdığı Optik kitabı (Kitab-el Manazir) latince baskılar sayesinde günümüze kadar gelmiştir. İbn-i Heysem ışığın nesnelerden yansıyarak göze geldiğini ve görmenin beyinde gerçekleştiğini açıklayan ilk bilim insanı unvanını aldı. Ölümünden sonra bugüne kadar başta mikroskop olmak üzere optik konusundaki bütün bilimsel gelişmelerin temelini atmıştır. Bu çalışmaları sonucunda haklı olarak “modern optiğin babası” olarak anılmaktadır. İnsanlık için yaptığı bu kıymetli katkıların sonuçlarını ve maddi kazançlarını muhtemelen dünyada alamadan vefat etmiştir.

Ünlü fizikçi Heinrich Hertz (1857-1894) radyo ses dalgaları üzerine çalışarak geliştirdiği ölçü birimi ile ses dalgalarını ölçmüştür. Genç yaşında hayatını kaybeden Hertz yaptığı bilimsel çalışmalarının ve radyonun bu kadar yaygın olduğunu yaşarken görememiştir[3].

Bu örnekleri daha da çoğaltmamız mümkündür. Fakat anlatmak istediğim maksadın anlaşıldığı düşüncesiyle başka örnek vermiyorum. Ödüllerin en büyüğü insanın bir çalışma yaparken o işin içindeki lezzeti yaşarken işin içinde kaybolup gitmesidir. Bu kayboluş zamanın durması gibidir. Yapılan işin verdiği lezzet bazen yemekten ve içmekten daha lezzetli olduğu için bilimsel çalışma yapan insanlar yemeyi içmeyi bile zaman zaman unutabilir. Covid 19 aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin Nobel ödülü alabilecekleri yönünde tahminler yapılıyor. Bu tahminleri haklı çıkaracak bir hikâye bu iki bilim insanının evlendikleri gecenin sabahında laboratuvarlarına çalışmak için gittiklerini bilmemizle ortaya çıktı. Yapılan bilimsel çalışmada öyle büyük bir zevk ve lezzet var ki bilim insanları bilimsel çalışma yapmayı her şeyin üzerinde tutuyor.

2004 yılında MEB tarafında ilk defa düzenlenen Bu Benim Eserim Proje Geliştirmeyi Teşvik Yarışmasında eğitimci olarak çalıştım. Pilot uygulamanın yapıldığı İstanbul’da 10.000’den fazla sayıya ulaşan öğrenci ve öğretmenlere proje geliştirmeleri için motivasyon seminerleri verdim. Gençleri ekibimizle birlikte büyük projeler yapmalarına inandırmaya çalıştık. Bakanlık bu pilot uygulamada 300 projeyi başarı kriteri olarak yeterli görürken 10.000’den fazla proje başvurusu yapıldı. Bu başarının arkasında proje ekibinin gençleri ve öğretmenleri bir eser bırakabilecekleri düşüncesine inandırması vardı. Bu başarının üzerine proje yarışması TÜBİTAK himayesine alındı ve gelişerek devam etti.

Bugün TEKNOFEST 2021 kapsamında genç mucitlerin harika projeler yapmalarının temelinde geçmişte yapılan Bu Benim Eserim Proje Geliştirmeyi Teşvik Yarışmaları gibi çalışmaların önemli katkısı olmuştur. Nobel ödülü kazanmış Türk bilim insanı Aziz Sancar TEKNOFEST 2021’de minik mucitlere yaptığı konuşmada “Nobel ödülü için değil insanlığa hizmet etmek için çalışın” derken ülkemizde bilimin gelişmesine çok önemli bir katkı yapabilecek bir motivasyon unsuruna dikkati çekmiştir. Aslında önemli olan ödül almak için çalışmak değil yapılan bilimsel bir çalışmayı ödül olarak görüp o çalışmanın içinde kaybolmaktır. İşte Sancar bu önemli noktaya dikkat çekmiştir.

Bilim tarihinde önemli çalışmalara imza atan sayısız bilim insanı insanlığa hizmet etmek için fedakârca çalışmıştır. Ödüllerin en büyüğü insanlığın kalbinde ebediyen yaşamaktır. Odamızda ve şehrimizde yanan her bir lambanın insanlara Edison’u hatırlatması bilim insanlarının kalplerde yaşadığının bir işareti olarak kabul edilebilir. Çocuklarımızı bilimsel çalışmalardan ve insanlığa hizmet etmekten zevk alacak idealist bireyler olarak yetiştirmek için rol model insanların hayatları ve sözleri çok önemlidir. Tebrikler Aziz Sancar hocam.


[1] https://www.milliyet.com.tr/nobel-odulu-nedir–molatik-13204/

[2] A.g.y.

[3] The World of Science, 2005, BACKPACKBOOKS, NEW YORK:114.

Marmara Denizindeki Kirliliğin Nedenleri ve Çözüm Yolları Üzerine Bir Değerlendirme

Dr. Nadir Çomak

Bütün doğal çevre üzerinde olduğu gibi Marmara Denizinin kirlenmesinde de insan etkisi baş rolü oynamaktadır. O halde bu insanları yetiştiren eğitim sistemi 1. derecede sorumludur. Şayet Marmara Denizi temizlenecekse eğitim sisteminin yetiştireceği sorumluluk sahibi, doğa dostu ve çevre okur yazarı olan insanlar tarafından temizlenecektir. Bu nedenle ülke olarak insan yetiştirme sistemimizi gözden geçirmeliyiz. Müfredatları, öğretmen yetiştirme programlarını, sivil toplum faaliyetlerinin başarısını, politikacıların çevre dostu karar verme süreçlerini, sanayicileri, yöneticileri çevre okur yazarı olup olmama durumlarına göre yeniden incelemeliyiz.

Marmara Denizindeki Kirliliğin Nedenleri ve Çözüm Yolları Üzerine Bir Değerlendirme

Marmara Denizi, 11.350 km² kaplayan yüzölçümü ile Türkiye’nin Asya ve Avrupa topraklarını birbirinden ayıran bir iç denizdir.[1] Bu denizden ismini alan ve çevresinde bulunan Marmara Bölgesinde 11 il merkezi ve bunlara bağlı 155 ilçe merkezi bulunmaktadır.[2] Marmara Bölgesinin nüfusu 2019 yılında 24 milyon 465 bin 689 olarak hesaplanmıştır.[3]  “Marmara Bölgesi Türkiye’de kentleşme oranı en yüksek bölgedir. Türkiye’deki kentli nüfusun 3’te biri bu bölgededir ve halkın yaklaşık % 80’ı kentlerde yaşar. İstanbul, bölge nüfusunun yarısından çoğunu barındırır. Türkiye’nin 5. büyük kenti Bursa, bölgenin önemli kentlerindendir. Bölge ekonomisinin temelini sanayi ve ticaret oluşturur. Türkiye sanayi üretiminin yarısından çoğunu burası gerçekleştirir. Türkiye’de ekili-dikili alanların, oranca en fazla olduğu Marmara Bölgesi’nde; tarım yaygın olarak ve modern yöntemlerle yapılır. Marmara Bölgesi’nin, Türkiye ekonomisindeki asıl ağırlığı sanayi, ticaret ve hizmetler alanındadır. Bu yönüyle bölge, Türkiye’de ilk sıradadır.

  • Bölgede elde edilen gelirin yaklaşık yarısını sanayi kesimi sağlar.
  • Ticaret ve ulaştırmanın bölge gelirindeki payı % 25’in üzerindedir.
  • Türkiye’de üretilen sanayi mallarının yarısına yakını bu bölgede gerçekleştirilir.
  • Türkiye milli gelirinin yaklaşık 5’te biri bu bölgenin payına düşer.
  • Bütün Türkiye’de sanayi sektöründe çalışan işçilerin yarısı da bu bölgededir”.[4]

Son gülerde Marmara Denizinde görülmeye başlayan deniz salyası, insanlarda büyük bir infiale neden oldu. Sarıcı’ya göre, “denizdeki biyolojik üretimin başlangıcını, ilk basamağını teşkil eden fitoplankton dediğimiz mikro alglerin, yani mikroskobik bitkiciklerin aşırı çoğalması sonucu, ortamda vuku bulan bazı şartlara tepki olarak bıraktıkları salgıya müsilaj diyoruz”. [5] Acaba bu tepki hangi sebeplerden kaynaklanmaktadır? Küresel ısınma yüzünden sıcaklıkların artmasından mı kaynaklanmaktadır? Ya da bölgesel olarak bu kirliliği tetikleyen ve insan etkisinden kaynaklanan faktörler nelerdir? Şimdi bu sorularımıza cevap aramaya başlayalım ve şimdi Marmara Denizinin kirlenmesine neden olan faktörleri inceleyelim. “Marmara Denizi çeşitli kirlilik yüklerine maruz kalan bir iç denizimizdir. Havzadaki kirletici kaynaklar; endüstriyel, evsel, tarımsal alanlardan gelen kirleticiler ve gemi kaynaklı kirleticiler olmak üzere birçok farklı türden oluşmaktadır. Bu kirleticilerin etkisiyle Marmara Denizi’nin özümseme kapasitesi gün geçtikçe azalma göstermektedir”.[6] Yani denizin doğal dengesi bozulmakta ve deniz ekosistemi kendisini yenileyemez bir duruma gelmektedir. Bu sonucun ortaya çıkmasında etkili olan kirletici faktörlere bir göz atalım. “Marmara Denizi üzerindeki kirletici kaynaklar 9 farklı kategoride incelenebilir:

  1. Kara kökenli kirleticiler,
    1. Noktasal kaynaklar,
    2. Kentsel atıksular,
    3. Endüsriyel atıksular,
    4. Düzenli depolama sızıntı suları,
    5. Termal (sıcak ve soğuk) ve yoğun su deşarjları,
    6. Yayılı kaynaklar,
    7. Zirai atıklar,
    8. Hayvansal atıklar,
    9. Meskûn bölgelerden gelen akış ve sürüklenmeler,
    10. Atmosferik taşınım kaynaklı kirleticiler
  2. Gemi kaynaklı kirleticiler,
    1. Sintine/çamur
    2. Balas,
    3. Petrol kaçakları,
    4. Evsel Atıksu,
    5. Çöpler, katı atık
    6. Biofouling,
    7. Gemi hava emisyonu
  3. Dip taramaları,
  4. Mikrobiyolojik Kirlilik,
  5. Deniz çöpleri,
  6. Sınır aşan kirlilik,
  7. Kıyı düzenlemeleri,
  8. Kanal İstanbul etkisi incelenmelidir.”[7]

“Deniz kirliliğinin en önemlilerinden bir tanesi gemi kaynaklı kirliliklerdir. Gemi sintine, balast suyu ve kimyasal yük taşıyan, (LPG, LNG, TTA, TCH)  risk oranı yüksek gemiler deniz kirliliğinde büyük tehdit oluşturmaktadır. 2012-2013-2014 yılları Çanakkale Boğazı gemi geçiş istatistiğine baktığımızda geçen gemi sayısı ortalama 43.582’dir. Çanakkale Boğazda toplana yıllık atık miktarı ortalama 170.000 tondur. Verileri oranladığımızda 2012-2013-2014 yılları gemi başına düşen ortalama atık miktarı 3.862 kg’dır. Boğazdan geçen risk oranı yüksek gemi geçişlerine baktığımızda yine aynı yıllar ortalaması 27.547 kg’dır. Verileri oranladığımızda risk oranı yüksek gemi başına düşen ortalama atık miktarı 18.513 kg’dır. Bu oranlar boğaz için azımsanamayacak miktarlardadır. Bu artışta coğrafi ve oşinografik koşulların da etkisi bulunmaktadır”.[8]

Marmara bölgesinde yapılan çoğunlukla modern tarım teknikleri de bu denizin kirlenmesine neden olmaktadır. Tarımda kullanılan kimyasal ilaçlar ve gübrelerden ortaya çıkan atıklar hem toprağa karışmakta hem de yüzey sularının taşıması sonucunda akarsulara ve bu yolla denizlere ulaşmaktadır. “Tarımsal faaliyetlerin yoğun olduğu alanlarda Kocasu, Gönen ve Biga nehirleri Marmara Denizinde meydana gelen ağır metal kirliliğine katkıda bulunmaktadır. Marmara Denizindeki Ni, Mn, Cr, Zn ve Co için maksimum değerler Dünya ortalama değerlerinin üzerinde ölçülmüştür”.[9]

Marmara Bölgesinde yer alan sanayi tesisleri deniz kirlenmesinde çok önemli bir etkide bulunmaktadır. Tekirdağ, İstanbul, İzmit başta olmak üzere ağırlıklı olarak yer alan sanayi tesislerinin katı, kimyasal ve biyolojik atıkları Marmara Denizine gitmektedir. Örneğin, “İzmit Körfezi’nin, gerek Doğu, Merkez ve Batı basenleri etrafında yer alan kirletici kaynaklardan gerekse Dil Deresi ile taşınan unsurlardan etkilendiğini ölçülmüştür. Benzer çalışmaların yükleme boşaltma iskeleleri, petrokimya, kimya, metalurji kuruluşlarına, kentsel atık arıtma tesisi deşarjlarına yakın istasyonlarda ve bunların yanı sıra, su içi yatay ve dikey taşınımların etkilerini gözleyebilmek üzere bu kaynaklardan uzak istasyonlarda da sürdürülmesinde yarar vardır”.[10]

Marmara Denizinin kirlenmesinde bir takım dış faktörler de bulunmaktadır. “Bu denizde artan nutrient miktarı ve organik kirlilik yüklerinin, Karadeniz‟den gelen kirlenme yükleri de dikkate alınarak dikkatle değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. İstanbul atıksularının denize deşarj edilmeden önce nutrient giderimi işlemlerinden geçirilmesi konusunun hassasiyeti ise halen devam etmektedir. Bu konuda sağlıklı kararlar alınabilmesi, Karadeniz‟den gelen kirlenmenin ve Marmara Denizi durumunun düzenli olarak takip edilmesine bağlıdır”.[11]

Marmara Denizi etrafında nüfus ve yerleşme yoğunluğunun nispeten azaldığı yerlerde insan etkilerine bağlı kirlilik oranları da kısmen azalmaktadır. Örneğin, “Erdek Körfezi Marmara Denizi’nin güneybatısında yer almaktadır. Ortalama ve maksimum derinliği sırasıyla yaklaşık 34 ve 55 m’dir. Erdek Körfezi Marmara Denizi’ndeki diğer körfezlere (İzmit, Gemlik) kıyasla antropojenik kökenli (insan kaynaklı) kirleticilere daha az maruz kalmıştır. Körfeze başlıca tatlı su ve çökel taşınımı Karabiga ve Gönen nehirleriyle gerçekleşmektedir. Bu nehirler Gönen ve Biga ilçelerinin evsel, tarımsal ve endüstriyel (seramik fabrikaları ve deri sanayi) kaynaklı atık sularını bünyelerine alarak Marmara Denizi’ne boşalırlar”.[12] Benzer bir kirlilik “Marmara Denizi‘nde en uzun kıyıya sahip Tekirdağ ilinin, deniz kıyısında belirlenen dört istasyonda endokrin sistemi bozan bazı esansiyel element ve toksik metallerin (Fe, Cu, Zn, Cr, Mn, Cd, As, Pb, Hg ve Ni) sediment ve balık kas dokusundaki birikimini ve dağılımını tayin etmektir. Marmara Denizi etrafındaki hızlı nüfus artışı sonucu evsel ve sanayi atıklarının arıtma sistemlerinden geçirilmeden nehirlere ve buradan Marmara Denizi‘ne ulaşması, ağır metal içeren ve bilinçsiz, düzensiz ve kontrolsüz kullanılan tarım ilaçlarının rüzgar yardımıyla dolaylı olarak Marmara Denizi‘ne taşınıp birikmesi nedeniyle Marmara Denizi‘nin su kalitesi bozulmaktadır. Marmara Denizi 1975 yılında ticari öneme sahip 127 balık türü bulundururken, günümüzde bu sayının 4-5‘e düşmesi denizel kirliliğinin boyutunu ortaya koymaktadır”.[13] Çünkü arıtma tesislerinin yetersiz ve kontrolsüz olması deniz kirliğini artıran faktörlerin başında gelmektedir. Nitekim “Şarköy Kanyonu’nda inorganik, ağır metal kirliliği bazı karotlarda Cr, Ni, Cu, Zn ve Pb için hesaplanan zenginleşme faktörlerinin yüksek oranda (1,5-2,4 arasında) seyretmesi bölgede antropojenik kaynaklı kirleticilerin artan bir varlığı olarak kabul edilebilir”.[14] Bu da artan nüfus miktarının ve sanayileşmenin etkilerinden kaynaklanmaktadır.

Marmara Denizinde karşılaştığımız deniz salyaları bu denizin giderek canlılığını kaybettiğinin bir göstergesidir. Bu konuda acil önlemler alınmadığı taktirde yakın bir gelecekte daha büyük çevre felaketleri ile karşılaşmamız sürpriz olmayacaktır. Deniz canlılarının neslinin tükenmesi insanların sahillerde denize girememesinden daha az önemli değildir. Marmara Denizindeki çevre felaketi Karadeniz çevresindeki ülkelerden de doğrudan etkilenmekte ve zincirleme olarak Ege denizi ve Akdeniz bu kirlikten etkilenmektedir. Çevrenin korunması ve çocuklarımıza yaşanabilir temiz bir dünya bırakmak için yetişkinlerin üzerine düşen önemli görevler bulunmaktadır. Eğitimciler olarak çevre okur yazarı olan çocuklar, gençler ve yetişkinler olmalıyız. Çevre okuryazarlığı konusunda başta eğitimciler olmak üzere herkes üzerine düşeni yerine getirmelidir. “Lisans eğitimi sırasında çevre okuryazarlığı yüksek olan öğretmen adaylarının okul dışı etkinliklere daha çok katıldıkları belirlenmiştir. Bu durum, çevre okuryazarlığını artırmak için kullanılabilecek bir uygulama olabilir. Ayrıca, basın yayın organları, çevre koruma amaçları doğrultusunda kullanılabilir ve halkı bilinçlendirmek için seminerler ve konferanslar düzenlenebilir”. [15]

Marmara Denizindeki kirliliğin önlenmesi için yapılacak çalışmaları eğitimden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Bugün ülkemizi ve dünyayı yöneten politikacıları, sanayicileri ve çevrenin kirlenmesinde etkisi olan bütün yetişkinleri yetiştiren sistem eğitim sistemidir. Eğitim sistemi çevre dostu ve çevre okur yazarı olan bilinçli insanlar yetiştirmiyorsa bunun nedenleri üzerinde titizlikle durulmalıdır. Ülkemizin geleceğini etkileyen politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında sivil toplumun etkisi artmalıdır. Çocukluktan itibaren çevre bilinci ile yetişen çocuklar gençlik ve yetişkinlik dönemlerinde çevreyi koruyacak bir bilince sahip olduğu taktirde politikacılar ve yöneticiler tabanın sesine kulak vermek zorunda kalacaktır. Şayet Marmara Denizindeki çevre felaketini izlediği halde anlamayan ve de çözüm için harekete geçmeyen insanlar çoğunlukta ise çözüme yönelik kalıcı çevre politikalarının üretilmesi de imkansızdır.

Öğretmenler, akademisyenler, politika belirleyiciler geleceğe temiz bir Marmara Denizi, temiz bir Türkiye ve temiz bir dünya bırakmak için daha çok çalışmalıdır. Çünkü böyle giderse pek yakın zamanda koruyabileceğimiz temiz bir doğal çevre kalmayacaktır. Bu nedenle geleceği yaşayacak olan çocuklar ve gençler temiz çevrenin önemini anlamalı ve yetişkinlerden daha çok gayret sarf etmelidir. Onlara bu farkındalığı sağlayacak olanlar da öğretmenler ve ebeveynlerdir. Medyanın da bu konuda yapacağı sorumlu yayıncılık da önemli katkı sağlayabilir.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, 8 Haziran’dan itibaren 7/24 esasıyla Marmara Denizi’ndeki müsilajın bilimsel temelli yöntemlerle tamamen temizlenmesine başlanacağı ve Marmara Denizi Koruma Eylem Planı’na ilişkin, alıcı ortama deşarj yapan atık su arıtma tesislerinin tamamının 7/24 online izleneceği ve Marmara Denizi’ndeki 91 izleme noktasının 150’ye çıkarılacağı açıklandı [16]. Bu çabaların sonuçlarını hep birlikte izleyip göreceğiz. Kamuoyunun çevre konusunda daha bilinçli olup gelişmeleri yakından izlemesinde yarar olacağı anlaşılmaktadır. Çevre konusu politik bir mecra olmaktan  çıkarılıp bilimsel bir zeminde tartışılmalıdır.

Sonuç olarak, bütün doğal çevre üzerinde olduğu gibi Marmara Denizinin kirlenmesinde de insan etkisi baş rolü oynamaktadır. O halde bu insanları yetiştiren eğitim sistemi 1. derecede sorumludur. Şayet Marmara Denizi temizlenecekse eğitim sisteminin yetiştireceği sorumluluk sahibi, doğa dostu ve çevre okur yazarı olan insanlar tarafından temizlenecektir. Bu nedenle ülke olarak insan yetiştirme sistemimizi gözden geçirmeliyiz. Müfredatları, öğretmen yetiştirme programlarını, sivil toplum faaliyetlerinin başarısını, politikacıların çevre dostu karar verme süreçlerini, sanayicileri, yöneticileri çevre okur yazarı olup olmama durumlarına göre yeniden incelemeliyiz.

[1] https://www.cografyaci.gen.tr/denizlerimiz-ve-ozellikleri/

[2] https://www.icisleri.gov.tr/valilikler

[3] https://www.icisleri.gov.tr/turkiyenin-nufus-haritasi

[4] https://mthmm.csb.gov.tr/bolgemiz-i-85694

[5] https://www.greenpeace.org/turkey/haberler/musilaj-veya-diger-adiyla-deniz-salyasi-nedir/

[6] https://marmara.gov.tr/UserFiles/Attachments/2018/05/17/9a366d19-35c6-4d4d-8194-7fac90a73c18.pdf#page=148

Alarçin, F., 2017, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Marmara Denizi Kentsel Kirlilik Önleme Faaliyetleri, s.160

[7] III. Marmara Denizi Sempozyumu Sonuç Raporu, 21 Kasım 2017, Marmara Belediyeler Birliği Kültür Yayınları, 2018, s:220 Web: www.marmara.gov.tr

[8] Ilgar, R. (2017). Çanakkale Boğazında Geçiş İstatistiklerine Bağlı Gemi Atık Yönetimi Ve Değerlendirmesi. Marmara Coğrafya Dergisi, (35), 185-194.

[9] Erol, K. A. M., & Melike, Ö. N. C. E. (2016). Pollution potential of heavy metals in the current sea sediments between Bandirma (Balikesir) and Lapseki (Çanakkale) in the Marmara Sea. Journal of Engineering Technology and Applied Sciences1(3), 141-148.

[10] Küçük, A. (2012). İzmit körfezi plankton kompozisyonunun mevsimsel olarak incelenmesi ve sediment karakterizasyonu (Master’s thesis, Kocaeli Universitesi, Fen Bilimleri Enstitusu).

[11] Hacı, M. (2003). Deniz suyu kalitesi izleme bilgi sistemi (Doctoral dissertation, Fen Bilimleri Enstitüsü).

[12] Kaya, T. N. A., Erol, S. A. R. I., Kurt, M. A., & Dursun, A. C. A. R. (2020). Erdek Körfezi Karot Çökellerinin Ağır Metal Dağılımı Ve Zenginleşme Derecesi. Türkiye Jeoloji Bülteni63(1), 57-68.

[13] Dalmış, V. (2019). Marmara Denizi Tekirdağ Kıyı Bölgesi Balık Ve Sediment Örneklerinde Esansiyel Ve Toksik Metallerin Birikimi Ve Dağılımı (Master’s Thesis, Namık Kemal Üniversitesi).

[14] Aktan, Ö. A. 2019, Marmara Denizi Batı Kıta Sahanlığı Yüzeysel Çökellerinde Jeojenik Ve Antropojenik Ağır Metal Zenginleşmesine Yönelik Araştırmalar (Şarköy Kanyonu, Kb Türkiye), (Ankara Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi).

[15] Kocalar, A , Balcı, A . (2013). Coğrafya Öğretmen Adaylarının Çevre Okuryazarlılık Düzeyleri . International Journal Of Social Science Research , 2 (1) , 15-49 . Retrieved From Https://Dergipark.Org.Tr/Tr/Pub/İjssresearch/İssue/32875/365283

[16] https://tr.euronews.com/2021/06/07/marmara-denizi-nde-musilajla-mucadele-icin-22-maddelik-eylem-planı

Kırka’nın Coğrafi Özellikleri

Kırka kasabası Eskişehir ili, Seyitgazi ilçesi idari sınırları içerisinde; Eskişehir, Afyon ve Kütahya il merkezlerine uzaklığı 60-70km civarında olan bir üçgenin taban çizgisinin tam ortasında yer almaktadır. İdari olarak Eskişehir iline bağlıdır ve İç Anadolu bölgesi sınırları içerisinde kabul edilir. Fakat bulunduğu konum itibariyle Ege Bölgesinin (İç Batı Anadolu Bölümü) iklim ve bitki örtüsü özelliklerini gösterir. Doğal bitki örtüsü ve iklim özellikleri itibariyle İç Anadolu Bölgesinin genel özelliklerini yansıtırken, Ege Bölgesi ormanlarının kasabanın güneyinden ve batısından başlaması tipik bir coğrafi geçiş özelliğine sahip olduğunun göstergesidir.

Kırka, jeolojik yapı itibariyle 4. Zamana ait olan Neojen arazisi özelliklerini gösterir. Bu dönemde Anadolu’nun büyük bir kısmı Neojen denizinin altında kalıyordu. Bunun bilimsel kanıtları sodyum karbonat birikintileri, zengin bor yatakları ve Kütahya ve Eskişehir civarında yaygın olan zengin maden yataklarından anlaşılmaktadır. Kırka’nın kurulmuş olduğu coğrafi konum, Sakarya havzasının su toplama alanının en yukarı kesimindeki Seydi suyu ve kollarının aşındırarak oluşturduğu bir coğrafi havzadır. Bu havzadan Seydi suyu ve kolları tarafından Karaören, Kümbet ve muhasebe deresi tarafından toplanan sular Sakarya nehrine ulaştırılır. Seydi suyu ve kolları üzerinde kurulmuş olan sulama amaçlı iki baraj göleti bulunmaktadır. Bunlar, Numanoluk ve Sancar baraj göletidir. Numanoluk barajında yaşanan su toplama sıkıntısında Lepçek boğazından maden yıkamak için çekilen yer altı suyunun etkisi olduğu bilimsel verilere göre ortaya konulabilir. Nitekim yer altı su tablasının aşağı çekilmesi ile yer altı suları yukarı çıkarılarak yıkama atık göletlerinde biriktirilmektedir. Bu göletlerde biriken sular Kırka havzasının tabanından çekilen sulardır. Bunun etkisini Akpınar su kaynağının kurumasından ve bu nedenle yukarı ve aşağı değirmenin sularının kesilmesinden, sakahanenin susuz kalmasından ve haliyle Seydi suyunun sularının kesilmesinden anlıyoruz. Bu nedenle ekosistem büyük bir zarar görmüştür. Seydi suyunda tuttuğumuz balıklara hasret kalmamızın ve baraj göletinin sularının dolmamasının temel sebeplerinden birisi budur.

Kırka, kuruluş yeri itibariyle tipik bir Türk yerleşmesi özelliği gösterir. Havzanın ortasında yer alan ve hüyük adı verilen tepenin güney yamaçlarında kurulan eski bir cami etrafında kümelenen sakahane, mezarlık ve köy meydanı Kırka’ nın en eski yerleşim çekirdeğini oluşturuyordu. 1970’li yılların başında Sarıkaya köyünde keşfedilen bor minerallerinin işletmeye açılması ile köyün yerleşim yeri güneyden kuzeye doğru genişlememiştir. Bu nenenle eski köy merkezi eski fonksiyonunu kaybetmiştir.

Eskişehir, Afyonkarahisar ve Kütahya civarında üç adet Kırka isimli yerleşmenin var olduğu bilinmektedir. Bunlardan birisi olan “Kümbet Kırkası” tabiri köyün kuruluş yıllarına işaret eder niteliktedir. Nitekim Selçuklu devletinin Konya’dan itibaren batıya doğru genişlemesinin izleri Seyitbattalgazi türbesi, kümbet yatırları ve Süceattin Veli türbesi Kırka’nın Bilecik, Kütahya ve Konya arasındaki geçişi sağlayan yol güzergahı üzerinde olduğunun bir işareti niteliğindedir. Kırka’nın 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası ile nahiye merkezi olduğu arşiv kayıtlarında mevcuttur.[1]

1970’li yıllardan önce göç veren Kırka nahiyesi bu tarihten sonra göç almaya başlamıştır. Nüfusu hızla artarak belediyelik olmuştur. İlk belediye başkanı Necati Erol zamanında kuruluşu gerçekleşmiş, ilk makam arabası Osman Doğu tarafından Almanya’dan hediye edilmiştir. İkinci belediye başkanı Şevket İnce zamanında büyük atılım yapmış ve belediye binası ve araç gereç parkı zenginleştirilmiştir. Daha sonra hizmet eden belediye başkanları da değerli hizmetlerde bulunmuşlardır. Kırka kasabası daha sonra idari yapısında meydana gelen değişiklik ile mahalle statüsüne dönüştürülmüştür. Kırka ’da çalışan insanların özellikle eğitim ve rahat yaşama isteği ile Eskişehir’e göç etmesi ve günübirlik geliş-gidiş yapmaları Kırka’nın ekonomik yapısını derinden etkilemiştir.

Kırka bugün yetiştirmiş olduğu çok kıymetli insanların gurbette yaşadığı ve eski köylerine hasretle baktıkları nostaljik bir masal miti kimliğine bürünmüştür. Tekrar kasaba merkezi olması için çalışma yapılması ve Kırka’nın tekrar mamur edilmesi bütün Kırka’lıların omuzundaki sorumluluktur.

Kıymetli hemşerilerimi hatıralarını ve düşüncelerini yazmaya davet ediyorum. Belki bu sayede tarihimizi ve geleneklerimizi yaşatabiliriz.

Bütün hemşerilerime saygı ve hürmetlerimle arz ederim.

Dr. Nadir Çomak

10.06.2021

İstanbul


[1] Ergin Erol’un araştırması ile ortaya konulmuştur.

Yeni Yeterlilikler Kazanmak

Arthur Eddington’un dediği gibi: “Eğer kuramınız Termodinamiğin İkinci Yasası’na karşı geliyorsa hiç ümidi yok demektir, utanç ile yerle bir olması kaçınılmazdır.”

“Dijital Dönüşüm Çağı” olarak adlandırılan bir dönemi yaşıyoruz. Tekerleğin icadından bugüne dünya hızla değişti. Taştan ve ağaçtan yapılan tekerlekler bugün ABS, ASR fren sistemlerine sahip çelik jantlı ve esnek lastikli mükemmel aerodinamik bir yapıya ulaştı. Tek beygir tarafından çekilen arabalar bugün yerini 1000 beygir gücündeki motorlara bıraktı. Duman ve güvercinle haberleşen insanoğlu bugün 5G internet teknolojisi ile bir saniyelik gecikmelere bile tahammül edemiyor. 6G internet teknolojisi geliyor ve şimdikinden çok daha hızlı olacağı söyleniyor. Internet of Things (IoT) olarak adlandırılan “Nesnelerin İnterneti” ilk kez 1999 yılında Kevin Ashton tarafından önerildiğinde veriler, sunucu denilen yüksek kapasiteli bilgisayarlarda saklanıyordu fakat bugün fiziki donımlara ihtiyaç bırakmayan bulut teknolojileri kullanılır oldu.[1]

Akıllı şehirler inşa etmek için akıllı teknolojiler kullanarak nesnelerin karşılıklı konuşması ile ulaşımdan, enerji sektörüne, bilişimden, sağlık sektörüne kadar her alanda baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. Geliştirilen robotik teknolojiler insan bedeni ile entegre olarak vücudun bir parçası gibi çalışmaya başladı bile. Yapay zekâ uygulamaları ile bilgi eskiden olduğundan daha hızlı üretilir hale geldi. Veri madenciliği (data mining) ile akıllı telefonlarımızı kullanarak sosyal medyada paylaştığımız her veri ticari bir sermaye haline geldi. Block Chain teknolojileri ile dijital paralar dünyamıza girdi bile. Bu baş döndürücü gelişmeler yaşanırken bilgilerimiz de geçerliliğini her geçen gün kaybediyor. Yazılım teknolojilerinde sürekli yeni sürümlerin piyasaya çıkması ile bilişim teknolojileri ve akıllı telefonlarımızı güncellemek (up date) ve donanımlarımızı yükseltmek (up grade) zorunda kalıyoruz.

İnsan, toplum halinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlıdır.[2] İnsan biyolojik ve fizyolojik olarak yaşar ve gelişir, psikolojik olarak duygusal ve bilişsel özellikler taşır, sosyal ve kültürel olarak da bir topluluk içinde insanlarla birlikte yaşamaya ihtiyaç duyar. Fizik kanunlarından termodinamiğin ikinci yasası olan entropi, düzensizlik katsayısı olarak bilinir. Kısaca enerjisini kaybeden cisimler bozulmaya ve çürümeye mahkûmdur. Arthur Eddington’un dediği gibi: “Eğer kuramınız Termodinamiğin İkinci Yasası’na karşı geliyorsa hiç ümidi yok demektir, utanç ile yerle bir olması kaçınılmazdır.”[3] Entropiyi sosyal olaylara uyguladığımızda kendini güncellemeyen, enerji almayan ya da öğrenmeyen insanların demode olacağı şeklinde yorumlayabiliriz.

Bu hızlı teknolojik dönüşüm çağında yaşayan bizler eskimemek ve çağın getirdiği yeniliklerin gerisinde kalmamak için ne yapmalıyız? Bu sorunun cevabını yazımın ilham kaynağı Enpara.com Dijital Bankacılık Direktörü Abit’in dediği gibi, yeni yeterlilikler kazanmalıyız şeklinde verebiliriz; “tek kariyerle yetinmeyin ve işletmeci iseniz Hukuk eğitimi almak gibi yeni bir alanda yeni bir eğitim alın ve yeni bir yeterlilik kazanın.”[4] Ben de son iki yıldan beri eskiyen ve geçerliliğini yitiren bilgilerimi ve yeterliliklerimi geliştirmek için çalışıyorum. Ne mi yapıyorum? Örneğin; üçüncü lisans eğitimimi alıyorum, ikinci doktoramı yapıyorum, antrenörlük sertifikamım seviyesini yükseltmeye çalışıyorum, danışmanlık sertifika programını tamamlıyorum, yeni kitaplar yazıyorum, yeni markalar geliştirip patentlerini alıyorum, beslenmeme ve sporuma dikkat ediyorum, yabancı dilimin seviyesini yükseltmek için çalışıyorum.

Gaz lambasının ışığında ilkokul ödevlerini yapmış ve bilgisayarı 1994 yılından beri kullanan X kuşağının bir temsilcisi olarak yaptıklarım ancak çağı yakalamak için küçük çabalar olarak görülebilir. Çünkü Z kuşağının harika gençlerinin başardığı muhteşem işlerin ve girişimlerin (STARTUP) yanında benimkiler minik adımlardan öteye geçemez.

Öğretmenlerimiz çocuklara ve gençlere yeni yeterlilikler kazanma konusunda örnek olmalıdır. Zamanın insanı bütün yönleriyle eskitmesinin karşısında canlılığımızı korumanın tek yolu yenilenmektir. Yenilenmek ise öğrenen insan olmaktan geçer, sürekli olarak enerji almak ve gelişmek. Entropi yasasına karşı koyup fiziksel olarak ölmemek imkânsız olsa da zihinsel ve duygusal olarak genç ve zinde kalmak her zaman mümkündür.

Ümitleri ve vizyonu canlı olan insanlar sonsuza kadar yaşayabilir.

Dr. Nadir Çomak

[1] Yudakul, A. 2021, Nesnelerin İnterneti, BÜMED, Sayı;246, s:24.

[2] https://sozluk.gov.tr/

[3] https://astronomi.itu.edu.tr/fizik/entropi/

[4] Abit, K. 2021, Boğaziçililer Deneyimlerini Paylaştı, BÜMED, Sayı;246, s:82.

Bir Hayalim Var

İnsan Hayalleri ve Gayreti Kadar Büyüktür

Dr. Nadir Çomak

Bir hayalim var: İnsanların ilke merkezli olarak yaşadığı, küçük menfaatler için ilkelerinden ödün vermediği bir Türkiye.

Bir hayalim var: İnsanların ışığını sevgiden aldığı, farklı düşüncelere, kişi hak ve hürriyetlerine saygılı olarak yaşadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: İnsanların proaktif iç disiplinle evrensel doğruları yaşamaya çalışarak hareket ettiği ve reaktif olarak yaşayıp başkasının yanlış ve kusurlarını aramayan, başkasına haddini bildirmek için enerjisini boş yere harcamayan güçlü karakterli genç İnsanların yetiştiği bir Türkiye.

Bir hayalim var: Sinerjinin gücünü anlamış ve farklı dünya görüşleri olsa da içinde yaşadığı geminin batmaması için birlikte yaşama kültürünü özümsemiş, insanların huzur içinde yaşadığı bir Türkiye.

Başarının takım çalışmasında gizli olduğunu bilen ve kolektif IQ’nun önemini kavramış takımdaşların kardeşçe yaşadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Olayların sürekli iyi ve güzel yönünü görmeye çalışan, pozitif bakış açısı ve iç disiplini geliştirmiş bir medyanın yayın yapığı bir Türkiye. Bir hayalim var: Doğruları söyleyen değil uygulayan ve kendini yönetebilen siyasetçi ve devlet adamlarının ülkeyi yönettiği bir Türkiye. Bir hayalim var: Yaşam kalitesini sürekli artırmak için daima ve kesintisiz öğrenen öğretmenlerin ders verdiği bir Türkiye. Bir hayalim var: Öğrenme kültürü oluşturmuş şirketlerin, ailelerin ve devlet kurumlarının hayata hâkim olduğu bir Türkiye.

Bir hayalim var: Etkili iletişim becerisini geliştirmiş, birbiriyle kavga etmeyen, siyasi partilerin hizmette yarıştığı, evde, sokakta, çarşı ve pazarda barışın hâkim olduğu bir Türkiye.

Bir hayalim var: Kendisini geliştirme çabasından başkasının kusurunu aramaya fırsat bulamayan gençlerin, gazetecilerin olduğu bir Türkiye.

Bir hayalim var: Öğrencilerin sürekli olumlu ve güçlü kelimeler kullandığı, TV filmlerinde argo tabîrlerin ve şiddetin bulunmadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: İletişim içerisinde olduğu İnsanların yaşam kalitesine her an pozitif katkı sağlamaya ve sürekli birbirine yardım etmeye çalışan esnafın ve sivil toplum örgütlerinin yaşadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Başkası için tenkit ve kusur müfettişi olmayan fakat kendi kusurlarını acımasızca eleştiren bir karakter yapısının hâkim olduğu bir Türkiye. Bir hayalim var: Etki sahasında çalışan ve ilgi sahasındaki yapamayacağı işleri konuşarak vaktini öldürmeyen, İnsanların kitap okumayı sorumluluk olarak kabul ettiği, kıraathanelerinde kitap okunan bir Türkiye.

Bir hayalim var: Başkalarının iyi ve güzel yönlerini aramaya çalıştıkları için İnsanların somurtmadığı, yüzünün güldüğü bir Türkiye.

Bir hayalim var: Ben olmasam bu organizasyon ve/veya ülke batar bilinciyle çalışan işçi ve memurun mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Eğitim kalitesini sürekli artırmaya çalışan bir eğitim sisteminin işlediği, mucitlerin ve kâşiflerin yetiştiği, yeteneklerin harcanmadığı ve dahi okullarının olduğu, en az beş yabancı dil bilen İnsanların yetiştiği, Avrupa ve Amerika’dan öğrencilerin burs hakkı kazanabilmek için sıraya girdiği bir Türkiye. ..

Bir hayalim var: Evrensel doğruların yaşandığı din, dil ve ırk ayrımının olmadığı, ortak değerlerde uzlaşabilen ve dünyanın barış ve kültür merkezi olmuş bir Türkiye.

Bîr hayalim var: Doğal süreçlere göre sağlıklı yaşayan, sigara içen İnsanlarının azınlıkta olduğu için tütünlerinin tamamına yakınını ihraç eden bîr Türkiye…

Bir hayalim var: Kalp ve damar hastalıklarının azaldığı, çalışarak ve spor yaparak fazla kilolarından arınmış, hastanelerinde kuyrukların kalktığı, doktorların koruyucu hekimlik yaptığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Ben dilini kullanan ve yalnızca düşüncelerini açıklayan, çevresini değil kendisini değiştirmeyi hedefleyen, iletişim kazalarının azaldığı ve İnsanların mutlu olduğu bir Türkiye. Bir hayalim var: Empatik düşünen bireylerden oluşan bir toplum hayatının olduğu ve sonuçta aç, fakir ve muhtaçların kalmadığı, İnsanların gözyaşı dökmediği, birbirine acı çektirmediği yardım edecek fakirin bulunamadığı bir Türkiye…

Bir hayalim var: Sorun değil çözüm odaklı sürücülerin araç kullandığı ve trafik polislerinin çok rahat çalışma ortamı bulduğu, trafik kazasına bile rastlamanın zor olduğu bir Türkiye.

Bir hayalim var: Kolaylaştıran, sevdiren ve moral puanını yükselten polis ve gardiyanların görev yaptığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Coşkulu taraftarların taşkınlık yapmadığı ve rakip taraftarla aynı tribünde dostça maç seyrettiği, marşların ve türkülerin hep birlikte söylendiği, taraftarların birlikte halay çektiği bir Türkiye.

Bir hayalim var: Öğretmenlerin severek ve eğlendirerek öğrettiği, kaba sözün ve dayağın olmadığı:, öğrenciye özgüven veren öğretmen ve okulların eğitim verdiği bir Türkiye.

Bir hayalim var: Yıkıcı değil yapıcı, kin besleyen değil affedici ve sorumluluk bilincine ulaşmış bireylerin kardeşçe yaşadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Nasıl katkı sağlayabilirim, nasıl yardımcı olabilirim, nasıl sevindirebilirim, nasıl gönül ve kalp kazanabilirim, nasıl hizmet edebilirim diye güzel sorular sorabilen İnsanların gülerek ve yardımlaşarak barış içinde yaşadığı bir Türkiye.

Bir hayalim var: Öz bilinç sahibi ve özdenetim sağlayabilen, kendini içten motive edebilen, özgüven kazanmış ve başaracağına inanan, duygusal zekâsı gelişmiş, vatandaşların huzur içinde yaşadığı bir Türkiye.

Dr. Nadir Çomak, “Evimizdeki Elmaslar” kitabından alıntı.

Bu metin, Ekim 2001 tarihinde yazılmış olup, ilk olarak yazarın Öğrenme Gücü, isimli kitabında yayınlanmıştır.

Doğan Cüceloğlu’nun Ardından

Dr. Nadir Çomak

Anlamlı ve coşkulu bir yaşam için savaşçı.

Doğan Cüceloğlu

Hayatıma anlam katan çok kıymetli bir insanı kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyorum. “Anlam çerçevesinde yaşamak ve bu amaç için savaşmak” şeklinde özetlenebilecek örnek bir hayat geçirdi. Su gibi, hava gibi, toprak gibi, güneş gibi yaşadı. İnsanlara Toros dağlarından akan soğuk sular gibi serinlik verdi ve gönüllere hava gibi ferahlık verdi, toprak gibi önyargısız bir şekilde her insana ulaşmaya çalıştı. Mütevazi kimliğiyle gönüllerde taht kurdu. Güneş gibi oldu ve gönülleri ısıttı ve dünyamızı aydınlattı.

Doksanlı yılların başında okuduğum “Savaşçı” kitabı hayatımda önemli bir kilometre taşı oldu. Yaşamak için kıymetli bir hayat gayesinin olması ve anlamlı ve coşkulu yaşamamın ne demek olduğunu bu kitabı okuyarak bir kez daha fark etmiştim. Bilimsel gerçekleri Anadolu insanının kolayca anlamasını sağlayan örnekleriyle doğal ve samimi bir şekilde anlatması onun gönüllere yerleşmesi için yeterliydi. Yalnızca insana odaklandı, kimseyi ayırmadan ve gözetmeden her insana ulaşmaya çalıştı. Hayatı bırakmadı ve ıskalamadı. Son nefesine kadar inandığı değerler için çalıştı. Ölmeden önce 16 Şubat 2021 akşamı saat 21.00’da yapacağı söyleşinin tanıtımı Instagramda hala duruyor. Yaşadığı 83 yaşın son anına kadar inandığı değerler için durmadan çalışan bir insan.

Anadolu insanı Doğan Hocayı çok sevdi. Çünkü o, bizden birisiydi. Sıcaklığı ve doğallığı ile içimizdeydi. Onu dinlerken insan kendisi ile özdeşleştiriyordu. Sanki onu dinlerken, yörük çadırında oturan bir babanın verdiği nasihati dinler gibi sıcaklık hissediyordu insan. Sevecen ve tatlı dili ile yüreklerimizi ısıtıyordu. 11 çocuklu bir ailenin 11. Çocuğu olarak dünyaya gelmişti ve annesini kaybetmesi ile dünyada kimi kimsesiz kaldığını söyleyip göz yaşı dökmesi onun ne kadar samimi, mütevazi ve candan bir kişiliği olduğunun en güzel göstergesiydi.

İçimizde bir çocuk olduğunu öğretti bize. Hiç büyümeyen, hiç yorulmayan bir çocuk. O çocuğu keşfetmeyen ve kendisini tanımayan kişilerin başkalarını ve hayatı tanıyamayacağını ondan öğrendik. Büyümeyen çocukların bitmez tükenmez kavgalarının altında içindeki çocukların olduğunu fark ettik. İletişimin gönülden kalbe olduğunu anlatarak “yeniden insan insana” iletişim kurmamızın değerini fark etmemize vesile oldu.

Son nefesine kadar bir amaç uğruna yaşamanın ne derler diye değil ne için yaşadığını bilmekle olacağını anlattı bize. Yunus gibi, Mevlâna gibi perdenin arkasını görmeyi, yolcu olmayı ve yolun güzelliklerini fark etmeyi yaşayarak gösterdi bize. Doğan Hoca dünyada sanki cenneti yaşadığı gibi insanların da dünyayı bir cennet gibi yaşaması için çalıştı.

Çok anlamlı yaşadı, güzel ve örnek bir hayat sürdü ve gök kubbede hoş bir seda bıraktı.

Başın sağ olsun Türkiye.


Warning: Undefined array key "sfsi_mastodonIcon_order" in /home/nadircomak/public_html/wp-content/plugins/ultimate-social-media-icons/libs/controllers/sfsi_frontpopUp.php on line 175

Warning: Undefined array key "sfsi_mastodon_display" in /home/nadircomak/public_html/wp-content/plugins/ultimate-social-media-icons/libs/controllers/sfsi_frontpopUp.php on line 268

Warning: Undefined array key "sfsi_snapchat_display" in /home/nadircomak/public_html/wp-content/plugins/ultimate-social-media-icons/libs/controllers/sfsi_frontpopUp.php on line 277

Warning: Undefined array key "sfsi_reddit_display" in /home/nadircomak/public_html/wp-content/plugins/ultimate-social-media-icons/libs/controllers/sfsi_frontpopUp.php on line 274

Warning: Undefined array key "sfsi_fbmessenger_display" in /home/nadircomak/public_html/wp-content/plugins/ultimate-social-media-icons/libs/controllers/sfsi_frontpopUp.php on line 271

Warning: Undefined array key "sfsi_tiktok_display" in /home/nadircomak/public_html/wp-content/plugins/ultimate-social-media-icons/libs/controllers/sfsi_frontpopUp.php on line 265
error

Websitemi Beğendiniz mi? Başkalarının da faydalanması için paylaşır mısınız? :)

Email Gönder
Whatsapp